9 Kasım 2014 Pazar

"ULEMAN"IN DİNDEN ANLAMADIĞI BİR NOKTA: ANADİLİ MÜCADELESİ

 






“Boş işlerle uğraşıyorsun Murat? Önemli olan Arapçadır? Onu biliyor musun? Lazca için verdiğin emeği, Kur’an okuyabilmek için verebiliyor musun? Arapça öğrendin mi? Gerisi boş… Lazca için uğraş da uğraş! Malayani hepsi!”


… diyen ve bu eleştiriyi de anadili ile yani Lazca yapan muhafazakar kardeşimizin düşüncelerine yanıt vermek gerekli. Bu nedenle TANURA adlı Laz kültür dergisinde yayınlanan yazıyı biraz daha geliştirip bu siteye koymak istedim. Arapça da dâhil, dünyada ki bütün dillerin aslında ne denli kutsal birer emanet olduklarını anlatmaya çalışacağım. Bunu yaparken de toplumun büyük bir çoğunluğunun saygı duyduğu ve arkadaşımızın da gayet içerisinde olduğu İslami geleneği referans alacağım.
Öncelikle şunu belirtmek gerekli; insanların düşüncelerine, inançlarına, yaşayışlarına “tam” anlamıyla saygılı olamadığımız müddetçe, “İnsan Olmak” için yapılması lazım gelen o basamağı hiçbir zaman çıkamayacağız. Yani “inançsız” bir insanı eleştirmekle; dinini yanlış da olsa yaşamaya çalışan “inançlı” insanı eleştirmek bütünüyle aynıdır. Hele hele bunu takıntı haline getirip, bu konuda ısrarcı olmak… Bu, kişinin kendisini mutsuz etmesinden başka bir işe yaramaz. Ve asıl malayani, budur.


 DİN ve ANADİL MEVZUSU

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O'nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum Suresi- 22)
Günümüz Müslümanları için kutsal kitap, yani Kur’an; Allah’ın bir nurudur. Bu nurun, kendilerini kurtuluşa götüreceklerine inanırlar. Özellikle toplumumuzda Kur’an’a karşı büyük bir saygı beslenir. Öyle ki bir Müslüman, Kur’an’ı odasının en yüksek ve en temiz yerine koyar, ona dokununca kalbinde bir mutluluk hisseder. Fakat Tanrının, kendisinden istediğini, yani Kur’an’ın gerçek mesajını tam olarak anlayamamakta; kendisinden asıl istenileni tam olarak yerine getirememektedir.
Bu da belki kutsal kitaplara verilen o; “okumayacaksın, öpüp başına koyacak; anlamaya çalışmayacaksın, Arapça bilmesen de sadece ezberleyip dolabın üzerine koyacaksın!” alışılagelmişliğin yüzünden kaynaklanmaktadır.
Çoğu Müslüman için Allah’a saygı, Kur’an’da kuralları bildirilen belirli ibadetlerden ibarettir. Namaz kılmak, oruç tutmak ya da Hac etmek gibi; ya da yalan söylememek, kalp kırmamak veyahut da sözünde durmak gibi… Peki bu belirli ibadetlerin dışında, kainatı dizayn eden ve insanlar için sayısız nimetler bahşeden Tanrının, diğer kutsal kitaplarda da olduğu gibi, Kur’an’da da bizden istedikleri sadece bu ibadetlerle mi sınırlıdır?
Günümüz Müslümanlarının, her defasında göz ardı ettikleri; fakat Tanrıyı anlayabilmemiz noktasında bizler için çok önemli olan bir konu daha var.
Diller…  
Düşünün; şu an yeryüzünde konuşulan dil sayısını ve bir o kadar da yok olanlarını. Düşünün, neden Allah, yukarıdaki ayette göklerin ve yerin yaratılmasından hemen sonra, dillerimizin ve renklerimizin yaratılışını, O’nun kudretinin en önemli delillerinden saymakta?
İlk bakışta basit gibi görünse de, derinliğine inildikçe insanı büyüleyen bir sonuç çıkıyor karşımıza. Gerçekten de bir dilin oluşumu; bu dili konuşan insanların sosyal gelişimi; ortak dil ile ancak yüzlerce yıl sonra bir kültürün meydana çıkışı; dilerinin, onların düşünce dünyasına yansıması, şarkılarına işlemesi, hüzünlerini şekillendirmesi ve bu sayedefarklılaşmaları gerçekten de büyüleyici bir durum değil mi?
Tanrı, insanların bu farklılıklarının, gök katmanlarının ve yeryüzünün yaratılması kadar önemli olduğuna işaret ediyor. Üzerinde düşünmemizi istiyor. Ve sonun da diyor ki, şüphesiz bunda bilenler için, sadece farkında olanlar için ibretler vardır.
Ayeti bütünüyle ele aldığımızda Tanrının, insanlardaki bu farklılıklara dikkat çekmesi, gerçekten de ilginç ve üzerinde kafa yorulması gereken bir durum değil midir? En azından bu dine inanan kişiler tarafından… Yani benim anadil mücadelemi küçümseyen kardeşim, sence beni eleştirdiğin nokta senin gözünden kaçan ya da asla gözünde durmayacak olan bir durum değil mi?
Fakat ne yazıktır ki, inançlı olmakla övünen ve her defasında dilinden “Allah” adını düşürmeyen bası Müslümanlar, bu mesajının öneminin farkında değil. Tanrıya olan saygılarını, sadece belirli ibadetlerle göstererek; Tanrının asıl sahip çıkılmasını, saygı duyulmasını istediği noktaları gözden kaçırmaktadırlar.  Ya da işlerine gelmemektedir. Sonuçta “inançlar” da bir nevi ticaret unsuru oldukları için, çok da para eden bir husus değildir.
Şimdi bu ayeti okuduktan sonra akıllara şu geliyor; Kutsal kitap, dillerin varlığının önemli olduğunu bizlere işaret ederken; nasıl olur da bir insan düşünce diline; var oluşuyla birlikte kendisine uygun görülen anadiline sırtını dönebilir?
Hele hele bu dünyada sadece Kur’an’ın önemli olduğunu vurgulayan, onu hayat nizamı olarak gören, onu yaşamaya çalışan bir Müslüman, nasıl olur da anadiline sırtını döner, onun için verilen gayreti malayani olarak görür?
İslam dini; kulun daha mutlu olabilmesi için onu yaratıcısına götüren yollar belirlemiştir. O yollardan biri de, Allah’ın yaratıklarına sahip çıkmak, onları korumak; onları, O’ndan bir hediye olarak görmektir.
Şimdi buraya kadar anlatılanlardan sonra ikinci kez durup düşünmek gerek; Tanrının kendisine uygun gördüğü dile sırtını dönen bir insan, bu hareketiyle yaratıcısına karşı hiç de alçakgönüllü olmayan bir tavrın içine girmiş sayılmaz mı? Toplumsal baskılar, sosyal ya da ekonomik kaygılar, gelecek endişesi, işsizlik korkusu ya da diğerleri… Hiçbiri bunu açıklayamaz. Kişi, anadilini yitirmekle ne denli büyük bir sorumsuzluk içine girdiğinin farkında değil ne yazık ki. Müslümanlar, bu konuda büyük yanılgılara düşmektedirler. Özellikle de inanç meselesi ile sakalın uzunluğunu bir tutan, ya da bazı gazetelere abone olmanın ibadet olduğunu söyleyebilme cüreti gösteren fakat çöpe atılan gazetelerin israf olduğunu bir türlü anlayamayan; izlenmesinin sevap olduğunu ısrarla tekrar eden fakat o televizyon kanallarında sürekli olarak kendileri gibi düşünmeyenler hakkında iftiralar düzen, “gıybet” eden ve bunun zinadan daha büyük bir günah olduğunu unutan; kendi cemaatinden olmayan Müslümanlara bile sırtlarını yeri gelince çeviren, gözlerine para hırsı bürümüş, İslam’ın temel ruhunu asla anlayamayacak olan kardeşlerimiz, çok tehlikeli yanılgılara düşmektedirler.
Elbette ki böyle kişilerin, anadil mücadelelerini küçümsemeleri gayet normaldir.
Tanrının bizler için uygun gördüğünü elimizle bir kenara itmek, Tanrının yarattığını elimizle bir kenara itmektir. O’nun, bizlere uygun gördüğü dile-kimliğe sahip çıkmak ise; Tanrının, varlığının delillerinden birine sahip çıkmaktır. Konuya bu yönden baktığında bir Müslüman, anadiline sahip çıkarak, Yaratıcısının sevgisine ulaşabileceğinin bilincine varır. O’nun yaratıklarına sahip çıkmakla, ona ibadet etmiş olacağını bilir. Çünkü O, emanetini dağlara değil, kuluna vermiştir. Kulunun gidip, cemaatlerin, tarikatların o küçük hırs yarışlarına destek olmasını istememiş, sakalın uzunluğu ile övünmesini istememiş ya da bilgisiz, kabiliyetsiz, herhangi bir duruşu olmayan eğitimsiz bir Müslüman olup çıkmasını istememiştir.
Öbür türlü, bir sinema filmi yüzünden ya da birkaç karikatür sebebiyle sokaklara doluşan, çevresini yakıp yıkan, çağın gerisinde kalmış, bilimi bir kenara koyup, anlamadıkları Arapça harflerden medet uman, İslam’ı hiç ama hiç kavrayamamış zihniyetten ne farkı kalır?
Aslında dil mücadelesini eleştiren, küçümseyen kişi, neyi eleştirdiğinin asla farkında değildir.
Hz. Muhammet (s.a.v) “Kimin elinde bir fide varsa, kıyamet kopacak da olsa, onu dikmeye gücü yeterse mutlaka diksin.” derken; kast etmiş olduğu sadece bir fideye değil; aksine, Tanrının yarattığı her nimete saygıdır, onu sahiplenmedir.
Tıpkı O’nun yarattığı dillere sahip çıkmak, saygı duymak gibi. 
Bir yazarın; “Kuran’ı benimsemiş bir kişi kendi bildiği dilden başka bir dille, kendi soyundan başka bir soyla, kendi toplumundan başka bir toplumla, kendi yazısından başka bir yazıyla karşılaştığında bunları Tanrı’nın bir ürünü olarak görecek, bir üstünlük ya da aşağılık duygusuna kapılmayacak, bunları tanımaya, anlamaya, öğrenmeye girişecektir.” sözleri, evrensel mesajın özeti gibidir.
Gene bir hadiste:
Sahâbe arasında Farsça, Rumca, Kıptîce, Habeşçe, İbrânîce ve Süryânîce bilenler vardı. Hz. Peygamber bir gün Zeyd b. Sâbit'e: "Sen Süryânîce biliyor musun? Bana mektuplar geliyor?" demiştir. Zeyd b. Sâbit'in; "Bilmiyorum" demesi üzerine Hz. Peygamber; "Onu öğren" demiştir. Bunun üzerine Zeyd, İbrânîce ve Süryânîce öğrenmiştir.
Bu hadis bile, dillerin ne denli önemli birer emanet olduklarını anlamamız için yeterlidir. Hz. Peygamber’in “git öğren” dediği dilleri yasaklamak, o dil için mücadele edenleri küçümsemek, o dile sahip olan halklara baskı ve asimilasyon uygulamak, evrensel değerleri yok etmekten başka bir şey değil de, nedir?
Tanrı, insanları farklı topluluklar şeklinde yaratmayı uygun görmüştür. “Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, ancak bu sizleri verdikleriyle sınaması içindir. Tümünüzün dönüşü Allah’adır.” (Maide Suresi-48)Bu şekilde yarattıktan sonra da kullarını, bu farklılıkların, bu farklı renklerin ve dillerin yaratılması hususunda düşünmeye davet ediyor.
Şimdi sevgili kardeşim, İslam aslında senin henüz anlayamadığın bir dindir. Senin henüz yaşamaya başlamadığın bir dindir. Asla da başlayamayacak olduğun bir dindir. Ne kadar da uzaksın… Yanılgıların, bir din olmuş ve sen de bu dinin bir kulusun. Senin dininde Tanrı; paradır, çıkardır, gösteriştir, yalandır… İnsanları fikirleri yüzünden öldürmektir… Sivas’da canları yakan, senin dinine mensup kişilerdi. Deniz Fenerleri ile insanları aydınlatmak yerine sömürenler de senin dinindendi. Neye inandığını sorgula ve bir kez olsun düşün. İnandığını, tam anlamıyla uyguladığını sandığın Kur’an’da “…hâlen düşünmeyecek misiniz? ….hâlen kafa yormayacak mısınız?” cümleleri ile biten ayetler çoktur.  
Ben gene de sana saygı duyuyor ve şu dünyayı senle paylaşmaktan gocunmuyorum.
Tanrı her şeyi görür ve bilir.

Murat Murğulişi
                                                                                             

LAZLARIN NÜFUSU NE KADAR?

LAZLARIN NÜFUSU NE KADARDIR?



Geçtiğimiz seneler KONSENSUS’un yaptığı; “Türkiye Gündemi, 2011-2012’ye Girerken Türkiye Görünümü” başlıklı araştırmanın bir bölümünü oluşturan ankette; “Kendinizi ait hissettiğiniz etnik köken hangisidir?” sorusuna, 32 bin 90 kişi kendisini ait hissettiği etnik grubu açıklarken; 392 kişi ise bu soruya yanıt vermedi. Oran çıkartılırken Türkiye İstatistik Kurumu tarafından 2010 yılında Türkiye nüfusu olarak gösterilen, 73 milyon küsur sayı temel alındı. Bu ankete göre “Ben Türküm.” diyenlerin sayısı 57 milyon 89 bin kişi; “Ben Kürdüm.” diyenlerin sayısı 8 milyon 693 bin kişi; üçüncü sırada ise “Ben Lazım” diyenlerin sayısı 1 milyon 656 bin kişi olarak belirlerdi.
Sadece 32 bin kişinin katıldığı anket ve hemen sonrasında yapılan oranlama ve sonuçların doğruluğunun tartışılmasına neden olabilecek birçok durum vardır. Bunları birazdan yazmaya çalışacağız. Bunun öncesinde başka bir araştırmadan daha bahsetmek gerekli.
2000 yılında MGK’nın üç ayrı üniversiteye (Erciyes, İnönü ve Fırat Üniversitelerine) yaptırmış olduğu fakat açıklanmayan “Türkiye’de Etnik Grupların Dağılımı” raporu, Malatya’da ki biri Alman üç misyonerin katledilmesi ile birlikte başlatılan davada, müdahil avukatların bazı belgeleri açıklamaları ile birlikte MHK’nın bu hiç açıklanmayan raporu da gün ışığına çıkmış oldu. Bu işle görevlendirilen akademisyenler, o dönemde il il, ilçe ilçe dolaşıp Türkiye Halklarının etnik ve mezhepsel profillerini çıkarttılar ya da çıkartmaya çalıştılar.  
Bu rapora göre, Türk soyundan olanların yani Tatar, Türkmen, Azeri vb. gibi grupların hepsi yaklaşık 55 milyon civarında; Kürtlerin, 12 milyon 600 bin civarında; Lazların da 80 bin civarında bir nüfusa sahip olduğu bildiriliyor.  
Özellikle Laz nüfusu ile alakalı ne kadar da farklı sonuçların olduğu iki ayrı çalışma.
Hemen itiraf etmek gerekirse, bizler ne o bağımsız kuruluşun yaptığı ve gerçeğe biraz daha yakın olan o ankete, ne de Devletin hazırlatmış olduğu gerçekten çok uzak olan o rapordaki bilgilere inanmaktayız.
İnsanların çoğunda şöyle bir yanlış algı bulunmaktadır:      
“Nüfus ne kadar çok olursa, taleplerin kabul ettirilmesi, güç sahibi olmak, söz hakkı elde etmek, devletin sizi dinlemesi daha kolaydır.”
İlk bakışta bunun doğru olduğunu söyleyebilirsiniz. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nde bu görüş yaygın kabul gören, devletin icraatları ile bunu desteklediği bir görüştür.  
Maalesef.
Herhangi bir etnik kökene ait insanların nüfusu sadece bir köyü doldurabilecek kadar da olsa;  ya da o halk, egemen halk olup nüfusun yarıdan fazlasını temsil de etse, eşit haklara sahip olmalılar. O dili kaç kişinin konuştuğu, o kültürü kaç kişinin yaşadığı bu noktadan sonra önemini yitirmektedir. En büyük yanlış, nüfusun çokluğu ya da azlığına göre iş yapmak, kararlar vermektir. Bunu, ülkemizdeki siyasetçiler çok sık yapmaktadırlar ve aynı sıklıkla hataya da düşmektedirler. Oy kaygıları ile kültürel hakları geri iade etmeye kalkıştığınız da, sıralama da nüfusu çok olan halkı başa alırsınız ki, bu da yapılabilecek en büyük haksızlık olur.  
Lafı çok uzatmadan araştırma sonuçları ile ilgili birkaç paragraf eklemek gerekir.
Birinci ankette, yani gerçeğe yakın olduğunu düşündüğümüz anketin sonuçları hakkında şunları söyleyebiliriz.
Türkiye Cumhuriyeti’nde bugüne kadar resmi olarak herhangi bir “Etnik nüfus sayımı” yapılmamıştır. Türkçü ve başka halkların varlıklarının yakın zamana kadar hep inkâr edildiği bir devlet yapısında, böyle bir nüfus sayımına gidilmesi zaten abes kaçardı. Gidilmiş olsa bile sonuçların ne kadar doğru olacağı tartışılırdı.
Bu tür anketlerin neye göre yapıldığını, nasıl tamamlandığını tam olarak bilmesek de şahsen Lazların özel bir durumu olduğunun, muhtemelen bu araştırmayı, anketleri yapanların gözünden kaçmış olacaklarını düşünmekteyim.
Şimdi siz bir kişiye; “Kendinizi ait hissettiğini etnik köken hangisidir?” diye sormadan önce o etnik kökenleri tam olarak sorunun muhatabına anlatmanız gerekmektedir. Bundan da önce sizin, bu etnik kimlik hakkında her şeyi biliyor olmanız gerekmektedir. Yani Lazların kim olduklarını, Pomakların, Süryanilerin, Zazaların vb halkların kimler olduklarını bilmek zorundasınızdır.
Böyle bir soruda karşınızda ki kişinin, “Laz” ve “Lazlık” hakkında tam ve net bilgilere sahip olmama olasılığı bir hayli yüksektir. Günümüzde çoğu Karadenizlinin kendini “Laz” olarak görmesi, ya da öyle sanması, bu soruya verilecek cevapların yanlış olmasını sağlayacaktır. Yani siz bir Samsunluya, ya da bir Trabzonluya ya da Zonguldaklıya bu soruyu sorduğunuzda, çoğu kendisini “Laz” olarak tanımlayacaktır. Bu da sizin anketinizdeki “Laz” sayısını artıracaktır.
Bu soruyu sormadan önce karşınızdakine Laz kimliğini çok iyi açıklayabilmeniz gerekli. Şimdi buradan Lazların otokton olarak yaşadıkları Atina, Arthaşeni, Vitze, Xopa, Arkabi, Çxala, Vija gibi ilçelerin dışında Lazların bulunmadığı anlaşılmamalıdır!
Lazlar bugün Anadolu’da hatta dünyada çok farklı bölgelerde yaşamaktadırlar. Zonguldaklıların ya da Samsunluların çoğunlukla Laz olmadıkları doğrudur. Fakat Zonguldak’ın Devrek ilçesinde doğmuş biri olarak, ekonomik imkânsızlıklardan ötürü o bölgelere birkaç nesil önceden gidip yerleşen ve çoğunun Türkleştiği Lazların sayıları azımsanmayacak kadar da çoktur.
Daha açıklayıcı bir dille izah etmek gerekirse, bugün Türkiye’de “Lazlığın” ne demek olduğu tam olarak anlaşılamadığından, kişinin kendisini “Laz” olarak tanımlaması doğru da olabilir yanlış da. Hatta eksik de… Çünkü özellikle 93 Harbinden sonra bugünkü Gürcistan sınırları içerisinden Anadolu’ya gelen muhacir Lazların çocuklarının çoğunda doğal olarak Lazlıklarından geriye sadece tatlı anılar kalmıştır. Yani birçoğu Laz olduğunun bile farkında değildir. O kadar farklı bölgelere göç eden Lazlar vardır ki; yerleştikleri bölgelerde hızla asimile olmuşlardır. Zaten devletin politikası, bu iş için bilenmiş bir bıçaktı.   
Bunun da dışında sadece Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Lazların sayısı için yukarıdaki kriterler geçerli olabilir. Peki bu coğrafyanın dışındaki Lazlar ne olacak?
Müslümanlığı kabul etmeyip Hıristiyan kalmayı tercih eden ve mübadele ile Yunanistan’a gönderilen Lazların varlığından da bahsediliyor. Gürcistan’da Gürcü olmaya zorlanan Lazlardan… Bu sayıları arttırmak mümkündür.
Lazların gerçek nüfuslarını tahmin etmek zordur. Hata yapılma olasılığı yüksektir. Belki bir nüfus aralığı tahmini yapılabilir fakat yukarıdaki anket ve raporda olduğu gibi net sayılar vermeye kalkmak, hata payını arttırır.

Size örnek olarak sunduğum ikinci raporda, yani MGK’nın hazırlatmış olduğu raporda Türklerin nüfus sayısı hesaplanmasında “Soy” baz alınmıştır. Yani Azeriler, Tatarlar, Türkmenler gibi… Bu kriterleri göz önüne alırsak ortaya bir de Lazların soydaşları Megreller çıkmaktadır. Bir Laz ile bir Megrelin, Azeriler ve Türkler kadar yakın olduklarını hesaba katarsak, Laz nüfusunun içine Megrelleri de katmak bence doğru olanıdır. Sadece 2 milyon Megrelin hâlen Faşist Gürcistan Devletinde asimilasyona maruz kaldıklarını ve hızla “Kartveli” yani Gürcüleştirildiklerini düşünürseniz, devleti olmayan halkların nüfuslarının sayımlarının ne kadar zor bir iş olduğu anlaşılır.
Daha başka bir durum Lazların sürgün edildikleri Sibirya ve Orta Asya ülkeleri…
Elbette ki yukarıdaki sayımlar Türkiye Cumhuriyeti içerisindeki halkları kapsamaktadır fakat bizler yorum yaparken daha kapsamlı düşünmek zorundayız.
Bugün, şundan emin olun; Laz olmadığı hâlde kendisini Laz olarak tanımlayan vatandaşların sayısı ile, kendisinin aslında Laz olduğunu bilmeyen kişilerin sayısı hemen hemen aynıdır. Buna ek olarak, uğradığı asimilasyondan ötürü, kendini tamamen Türk sanan, Türk sanmakta azimli olan kişilerin sayısı da az değildir. Şimdi bu üç ana durum söz konusu iken soruların hangi türdeki Laz’a denk geleceği ve anketin nasıl sonuçlanacağı merak edilir? Yukarıdaki iki farklı anketin iki farklı sonuç çıkartması, bu nedenlerden dolayı olabilir.
Laz olmayan Lazlar…
Laz olduğunu asla bilmeyen, farkında bile olmayan Lazlar…
Laz olduklarını bilip, Türklükte ısrar eden ve böyle bir soru sorulduğunda seve seve; “Ben kendimi Türk” hissediyorum diyebilecek olan Lazlar…
Varın gerisini siz tahmin edin.
Bu nedenle söylemek gerekir, Lazların nüfusları yönünde yapılacak her çalışma eksik kalacak ve hata payı çok ama çok fazla olacaktır. 
Bu gibi durumlar diğer halklar içinde geçerlidir. Örneğin Kürtlerin sayısı hesaplanırken; Zazaların durumu nasıl gösterilmiştir? Yani bugün Zazaların çoğu kendilerini Kürt olarak görmemekte, hatta bu konuda bildiriler, deklarasyonlar yayınlamaktalar. Kürtlerin büyük bir çoğunluğu da Zazaların Kürt olduklarını ve Zazaki’nin Kürtçenin bir diyalekti olduğunu söylemekteler. Şimdi Kürtlerin nüfusu hesaplanırken bu durum dikkate alınmış mıdır?
Ya da bu anketlerde Çerkezlerin sayıları nasıl belirlenmiştir. Dağıstanlılar, Ubıhlar, Osetler, Abazalar, Abhazlar, Balkarlar, Çeçenler gibi farklı dilleri konuşan halkların bile Çerkez adıyla anıldıkları bir coğrafyada, tam olarak nasıl bir sayım yapılmalıdır?
Bu anketlerde Süryanilerin nüfusları da belirlenmiştir. Allah aşkına, Süryaniler bugün sürgüne uğratılmış bir halk olarak hangi anket; “Anadolu’da şu kadar Süryani vardır!” sorusuna doğru cevap olabilir?
Pomakların muhacirliği ve çoğu Pomak’ın Pomaklığının bile farkında olmaması; Balkanlardan muhacir gelenlerin hep Türkler olduğunun sanılması gibi durumlar…
Bunların hepsi, aslında doğru bir şekilde sayım yapmayı zorlaştırmaktadır.
Gene de biri bana sence Anadolu’da Lazların nüfusu ne kadardır diye sorsa; önce yukarıdaki açıklamaları kısaca anlatmaya çalışır ve ondan sonra 500 bin ile 2 milyon arası olabilir, derim. Ve hemen arkasından Megrellerden bahseder, onları da bu sayıya dâhil ederek; Megrel soydaşlarımızla birlikte 3 milyonun üzerinde bir sayımızın olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim, derim.
Fakat asla, çoğu insanın yaptığı gibi nüfusu fazla gösterme çabasına girmem.
En başta da belirttiğimiz gibi bu; “Nüfusun çok olması gerekliliği!” yanlışına düşmek doğru değildir.  Anadolu halklarının büyük bir çoğunluğunda bir “telaş” hâkimdir. Yani nüfusu ne kadar çok gösterirsek o kadar çok kimliğimizi korumuş olacağız,  o kadar çok söz sahibi olacağız diye bir hâl vardır.
Arkadaşlar, burada asla unutmamamız gereken bir durum söz konusudur. Nüfusun fazlalığı, eğer o halkın çoğunluğu kimliklerini çok kıymetli görmüyor ise, önemsizdir. 1 milyon değil, 30 milyon da olsanız, eriyip gidersiniz.
Daha açık bir yüreklilikle söylemek gerekirse; Anadolu’da kimliği için dili için pek de uğraşmayan, hatta önemli bulmayan 3 milyon Lazın olmasındansa; diline kimliğine sahip çıkan, çocuklarına ilk olarak Lazca öğreten, anadillerine saygı duyan, kültürel farklılıklarını asla göz ardı etmeyen 10 bin Laz olması daha önemlidir. Emin olun Lazca ve Laz kimliği, o 10 bin kişi ile daha iyi korunur.
Diğeri kuru kalabalıktır.



(Murat Murğulişi)  

BİRKAÇ SORUYLA LAZLAR

BİRKAÇ SORU




“Laz” ne demektir?
“Laz” kelimesi, Doğu Roma İmparatorluğu’nun Lazlar için kullandığı bir isimdir. Lazlar için Gürcüler “Çhani” ismini kullanırlar. “Laz” kelimesi ilk olarak tarihçi Plinius’un “Naturalis Historia” adlı kitabında geçmektedir. Bir başka tarihçi Procopius, “Laz” adının, Kolhis uygarlığını oluşturan halkların zamanla benimsemiş olabileceği görüşünde.

“Lazca” bir dil midir, yoksa Türkçenin ya da başka bir dilin şivesi/diyalekti midir?
Lazca ya da Lazların adlandırdıkları şekli ile “Lazuri”, Güney Kafkasya Dilleri’ne mensup bir dildir. Bu grubu oluşturan diller; Zanca (Lazca ve Megrelce), Svanca ve Gürcücedir.  Lazuri, Türkçe, Gürcüce ya da bir başka dilin şivesi/diyalekti değildir. Bu, uluslaşma sürecindeki Türkiye ve Gürcistan Devletlerinin asimilasyon politikalarından biridir.

Lazların kökeni kimlerdir?
“Colhida” “Colchis” “Kolhis” adlarıyla bilinen uygarlık, Laz-Megrellerin Lazika Krallığından önceki ülkelerinin adıdır. M.Ö. 8. yy Urartu Yazıtlarında “Kolhi”-lerden bahsedilmektedir. Ünlü Romalı tarihçiProcopius, Kolhi olarak bilinen halkın Lazi olarak adlandırıldığından bahsetmiştir. Kolhis Uygarlığının bugünkü temsilcileri Laz-Megrellerdir.

Lazların tarihte hiç devleti olmuş mudur?
Kolhis Uygarlığı ve sonrasında
Lazika Krallığı; M.Ö. 150- M.S. 650 Lazların dünya tarihinde bilinen iki devletidir. Daha sonraki süreçte örgütlü bir devlet yapısını oluşturamamışlar ve egemen ulusların bayrağı altında günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Lazlar ile Megreller arasındaki ilişki nedir?


Megreller, bugün Gürcistan’ın Samagralo bölgesinden yaşayan, nüfusları iki milyonun üzerinde olan halktır. Hıristiyan Lazlar, olarak da nitelendirebileceğimiz Megreller, Tıpkı Azeriler ve Türkler gibi aynı soydan halklardır. Son 400-500 yıllık süreçte ayrışmaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin bölgeyi işgali ile birlikte, işgal edilen bölgenin içinde kalanlar “Lazlar”, bu bölgenin daha doğu bölgelerinde kalanlara ise “Megreller” denmiştir.


Lazca ve Megrelce ilişkisi nedir?
Megrelce (Margaluri), Megrellerin dilleridir. Çoğu linguist bu iki yakın dili, “Zan Dilleri” olarak tek bir isimde tanımlamaktadırlar. Yani Güney Kafkasya Dillleri; Zanca, Svanca ve Gürcüceden oluşuyor dersek, hata etmemiş oluruz.  Lazca’nın doğu diyalektini iyi bilen bir Laz, Megrelcenin batı diyalektini iyi bilen bir Megrelle anlaşabilmesi mümkündür. Kolhis Uygarlığının bugünkü temsilcileri olan Lazlar ve Megrellerin zaman içerisinde coğrafi anlamda ayrışmaları söz konusu olmuştur. Bu da doğal olarak Zancaya (Lazca-Megrelceye) yansımıştır.

Lazcanın alfabesi var mıdır?
Uzun yıllar sözlü gelenek içerisinde varlığı sürdürmüş olan Lazcanın, 1920-1930 yılları arasında Sovyetler Birliğine bağlı Abhazya özerk bölgesindeki anadille eğitim veren okullarda okutulan Latin harflerine dayalı bir alfabesi vardır. İskender Tzitaşi tarafından hazırlanmıştır. Bu alfabe daha sonra 1984 yılında Fahri Kahraman tarafından geliştirmişti. 5 sesli harf bulunan alfabe aşağıdaki gibidir.
Laz alfabesi: a, b, c, ç̌ (çh), d, e, f, g, ğ, h, i, k, ǩ (kh), q, l, m, n, o, p, p̌ (ph), r, s, ş, t, t̆ (th),  u, x, v, y, z, ž (dz), ʒ (ts), ǯ (tz)

Lazika Krallarının adları nelerdir?
Agros, Malaz, Mirdat, Baraz-Bakur, Gubaz-I, Damnazes, Tzate-I, Opsites, Gubaz-II, Tzate-II, Barnuk-I, Grigor, Barnuk-II

Lazlar nerelerde yaşamaktadırlar?
Otokton olarak Rize’nin Atina (Pazar), Arthaşeni (Ardeşen), Vica (Çamlıhemşin), Vitze (Fındıklı) ilçelerinde; Artvin’in Arkabi (Arhavi), Xopa (Hopa), Noğedi (Kemalpaşa), Sarpi (Sarp), Borçka ilçelerinde yaşamaktadırlar. Rize merkeze ve İkizdere’ye bağlı bazı köylerde de yakın zamana kadar Lazların yaşadıkları tespit edilmiştir.  Gürcistan’da da Türkiye sınırına yakın birkaç köyde; 93 Harbi olarak bildiğimiz savaş sonucu göçtükleri Marmara Bölgesi Sapanca, Karamürsel, Yalova, Kandıra, Akçakoca, Düzce, Sakarya, Adapazarı’nda; bunun dışında ekonomik gereksinmelerden dolayı göç ettikleri İstanbul, Ankara, Bursa, Yalova, Antalya gibi illerde de yoğun olarak yaşamaktadırlar. Sovyetler birliği döneminde sürgüne yollandıkları Sibirya ve bazı Orta Asya ülkelerinde de Laz nüfusu vardır. Yurt dışında özellikle Almanya’da da Lazlar bulunmaktadırlar. Tüm bunların dışında, çok farklı nedenlerden dolayı yurdun dört bir yanına dağılmış ve birkaç nesildir oralarda yaşayan ve Türkleşen Lazlar da mevcuttur.

Lazların nüfusu ne kadardır?
Kesin sayı vermek doğru olmamakla birlikte bugün 500 bin ile 2 milyon arası Laz’ın var olduğunu tahmin ediyoruz. Tabi bu sayıya Megrel soydaşlarımızı da eklemek gerekir. Lazların soydaşları Megreller bugün Gürcistan’da 2 milyon civarındadırlar.

Karadenizlilerin tamına neden Laz denilmektedir?
Bu soruya cevap vermek gerçekten zordur. Fakat bence burada psikolojik bir olgunun varlığı söz konusu olabilir. Yani bir bölgede baskın halkın, o bölgenin tamamını temsil ediyor oluşu gibi. Yani Anadolu’nun tümünün Türklerden oluştuğunun sanılmasına benziyor… Kolhis uygarlığı ve dolayısıyla Lazlar, yaklaşık 4 bin yıldır Kafkasya da varlıklarını sürdüre gelmişlerdir. Ve özellikle Lazika Krallığı döneminde, bölgede, Roma ve Pers İmparatorlukları arasında siyasi anlamda sıkışan fakat her zaman devlet bütünlüğünü koruyabilmiş, bunu başarabilmiştir. Lazlar iki büyük İmparatorluk ile siyasi ve ticari anlamda ilişki geliştirmiştir. O dönem günümüzdeki gibi keskin sınır çizgilerinin olmadığını var sayarsak, bence Lazlardan bahsedilirken coğrafi sınırlarından ziyade siyasi gücü ile kazanmış olduğu sınırlar anlatılmak istenmiştir. Bu nedenledir ki belki de Lazika Krallığı’nın coğrafi alanında yaşamış Laz olmayan halklar da Laz olarak tanımlanıyordu.
Lazlar o dönemlerde belki de Karadeniz boyunca deniz seferleri düzenleyip, seçtikleri sahillere çıkartma yapmış olabilirler. Yani Lazlar, Karadeniz’in diğer kıyı bölgelerinde kısa süreli koloniler kurmuş ya da yerleşik hayata geçmiş de olabilirler. Bunu tahmin etmek zor. Fakat olasılıklar arasındadır.
Daha sonraki süreçte, mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, özellikle Lazlara yüklenen aşırı milliyetçi ve vatansever, cesur, savaşçı halk imajı, Lazlara yakın bölgelerde yaşamış halklar tarafından da benimsenmiş olabilir. Ben de Lazım, demek; böyle bir imajdan yararlanabilmek için yeterli bir neden olabilir. 

Laz alfabesi ilk olarak kimin tarafından oluşturuldu?

İskender Tzitaşi, 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği Abhazyası’nda anadille eğitim veren Laz okullarında kullandığı alfabe, Lazlar ilk ciddi alfabesidir denilebilir. 

Lazcadaki diyalekt farklılıkları anlaşmayı zorlaştırır mı?
Lazcada 3 diyalektten bahsedilebilir. Atina-Arthaşeni diyalekti, Vitze-Arkabi diyalekti ve Xopa-Çxala diyalekti. İki farklı diyalekte sahip kişilerin birbirlerini anlamalarında problem yaşanmamaktadır. Yani Lazcada diyalektler arasındaki farklılık, kişilerin birbirlerini anlamalarını güçleştirecek seviyede değildir.  
...
...
NOT: Lazların yaşadığı bölgeler ayrıntılı olarak verilmemiştir. Bu yazı sadece Lazlar ile alakalı genel bir bilgi verme yazısıdır. Asla tek doğru değildir, eksikler olabilir. Eksikler için özür dilerim. Sadece Lazlar ile alakalı bir şeyler yazma gerekliliği hissettiğim için affınıza sığınarak bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bu konuda daha yetkin insanlar vardır. Özellikle Lazların yaşadığı bölgeler hakkında İsmail Güney Yılmaz'ın güzel bir yazısı vardır. Dileyen arkadaşlar o yazıdan daha kapsamlı bilgiler edinebilir.

Murğulişi Muradi

7 Kasım 2014 Cuma

LAZLAR HAKKINDA BİLİNEN 10 YANLIŞ !

LAZLARLA İLGİLİ BİLİNEN 10 YANLIŞ!




1)              “HER KARADENİZLİ LAZDIR!”
Hayır! Lazlar Doğu Karadeniz’in belirli bölgelerinde yaşarlar. (Rize Pazar ilçesinden Artvin Sarp’a kadar. Ayrıca Karadeniz’in dışında özellikle Marmara Bölgesi’nde ve hâlen Gürcistan’da belirli köylerde.)

2)              “LAZLAR GÜRCÜ/TÜRK/RUM/RUSDUR!”

Lazlar aynı anda dört farklı milletten olamayacağından ve de böyle bir yeteneklerinin bulunmadığından dolayı maalesef, Lazdırlar. Binlerce yıldır Lazdılar ve Güney Kafkasya’daydılar. Bunun dışındaki iddiaların hepsi siyasidir. Azıcık araştırsalar bunun böyle olmadığının farkına varır, aslında bu iddiaların özellikle uluslaşma süreçlerindeki devletlerin uydurmaları olduğunu anlarlardı.

3)              “’CELİYURUM CİDİYURUM’ LAZCADIR!”
Lazca, kadim bir dildir. Yukarıdaki sadece Türkçenin Karadeniz ağzıdır, şivesidir. Lazcada “Celiyirum, cidiyurum, uşağum…” kelimeleri yoktur. “Geliyorum, gidiyorum, uşağım…” anlamında “Movulur, vulur, bere-çkimi…” kelimeleri Lazcadır. 

4)              “LAZLAR ORTA ASYADAN GELMİŞLERDİR!”

Lazlar gözlerini ilk açtıkları andan itibaren G. Kafkasya’da idiler. Orayı çok sevdiler ve hiçbir yeri işgale gitmeden, hiçbir halka saldırmadan, kimseyi asimile etmeden o topraklarda kaldılar uzun yıllardan beri. Ama ille de Asya’da Laz vardır diyorsan, bu doğrudur. G. Kafkasya’dan sürülen binlerce Laz bugün oralarda mevcuttur.  

5)              “LAZLARIN TARİHİ YOKTUR!”
Sevgili kardeşim, belirli bir dönemden beri var olan her halkın bir tarihi vardır. Çünkü geride bir zaman, bir yaşanmışlık bırakmışlardır. Bu zaman ve yaşanmışlık da onların geçmişi, yani “tarihi” olmaktadır. Ama bazılarının tarihleri çok “Şanlı”dır; bazılarının ise asimilasyona uğradıkları için öğretilmemiş, saklanmış, araştırılması yasaklanmıştır. Böyle olduğu için de biline gelmemiştir. Sen de bu yüzden “yoktur” sanıyorsundur. Bilinmeyen bir şey, yoktur anlamına gelmez. Lazlar ve Megreller, KOLHİS Uygarlığının (ki Lazlar sahip çıkamadığından Gürcüler seve seve sahiplenmişlerdir bu uygarlığı) torunlarıdır.  

6)              “LAZCA DİYE BİR DİL YOKTUR!”


Megaşk’veys-i betonepeşi oşk’enda?
Var baba giyonun var-ti cuma do da,
Var apeli miti do hişo kodosk’udi da?
Çilambri meyoxveri oçambre-şk’imi.

Dogit’axey do oç’vey mangana-sk’ani,
Goyç’ondrinu atxenuri yoxo-sk’ani,
Meroca-ti dologirgey jindole-sk’ani,
Çona mesk’ureri oçambre-şk’imi.

Var ore aşk’va do mu let’a doxveri,
Nusa mç’eşum-i xolo toli gontzeri?
Va p’a miti moxt’asen hişo xeleri,
Umiteli, bedi ç’veri oçambre-şk’imi.

Ar ç’umanişi k’uçxepe ek’vağanen,
Varyozi eç’opa do gurişa git’axanen,
Kvape-sk’ani zuğa şk’ala dolobğanen,

Cegikosanen pirçi, oçambre-şk’imi.

(M. M. Sum Şoroni)

7)              “MEGRELLER ile LAZLARIN BİR AKRABALIĞI YOKTUR!”

Türkler ile Azerilerin gerek dilsel, gerek kültürel nasıl bir bağı varsa; Lazlar ile de Megrellerin öyle akrabalıkları vardır. Türkler ile Azeriler akraba değildir demek ne kadar yanlış ise, Lazlar ile Megreller akraba değildir demek de o kadar yanlıştır. Megreller (Hiristiyan Lazlar), bugün iki milyonluk nüfusları ile Gürcistan’ın en büyük etnik gruplarından biridir. Fakat maalesef feci bir şekilde asimilasyona uğramaktadırlar. Öyle sanıyoruz ki bazı “ulema” kesim, Megrellerin hâlen Hıristiyan oluşlarından dolayı böyle bir inkâra gitmektedir. Öyle ya, Hıristiyan Megreller ile pek müslüman Lazların nasıl bir yakınlığı olabilir ki!!! 
Öbür türlü Lazların, Osmanlı işgalinden önce Hıristiyan oldukları ortaya çıkacaktır. Bu da onlar için ‘kötü’ bir durumdur. Bu nedenle sorunu, akrabalığı inkâr ederek çözmeye çalışmışlardır. Pratik ve kolay bir çözüm. 

8)              “LAZ EDEBİYATI YOKTUR!”

Bir şeyin olmadığına inanmak ya da olmadığını bilmek, aslında o şeyin var olmadığı anlamına gelmez.  Bugün Lazlar dillerine sahip çıkmaya başlamışlardır.
Laz Enstitüsü’nün girişimleri ile M.E.B. Orta Öğretimde Lazca seçmeli dersler okutulmaya başlanmıştır. Laz çocukları artık anadillerini seçmeli de olsa okullarda öğrenebilmektedirler.
Lazika Yayın Kollektifi masaldan şiire, sözlükten romana birbirinden farklı türde onlarca Lazca kitap yayınlamış, Laz Edebiyatının gelişimine katkı sağlamıştır. Bana inanmıyorsan Lazika Yayın Kollektifi’ne sorabilirsin.  
Bu arada kolektifin yayın listesinde 400 küsur daha kitabın yer aldığını ve sırayla bu kitapları basacağını biliyoruz.

9)              “ARTIK LAZCA DİYE BİR ŞEY KALMAMIŞTIR!”
Bunu genellikle asimile olmayı başarmış, tek kelime Lazca bilmeyen Lazlar söyler durur. Çünkü bir daha bu dili öğrenemeyeceklerdir. Çünkü Lazca bilmemek onlar için kötüdür. Öğrenememiş olmak kötüdür. Anadili bilme gerekliliğini “GEREKSİZ”  yapabilmek için “Artık Lazca konuşan kalmadı ki! Ne yapalım bu dili? Bilip de ne olacak?” gibi cümleler kurmaktadırlar.  Ve de eğer gereksiz olduğunu kabul ettirebilirlerse öğrenme zorunda da kalmayacaklar, çocuklarına da öğretme zorunluluğu hissetmeyeceklerdir.
(Yahu sen bilmiyorsan bilme! Ama anadiline de saygısızlık etme be kardeşim!)
Lazca özellikle Rize’nin Atina (Pazar), Art’aşeni (Ardeşen) ve Vica (Çamlıhemşin) ilçelerinde yoğun olarak konuşulmaktadır. Çocuklar hâlen ilk olarak Lazca öğrenmektedirler. 
Laz gençleri artık dillerine sahip çıkmaktadırlar. Lazika Yayın Kollektifi, Lazca kitaplar yayınlamaktadır. Laz gençleri bilinçlenmektedirler. Lazca giderek daha çok okunur ve yazılır bir dil olmaktadır. Çünkü bu zamana kadar yasaklanmıştı.

10)        “BEN YUKARIDAKİ 9 MADDENİN DOĞRU OLDUĞUNA İNANIYORUM!”
Sadece inanmakla kalsan, bu iyi bir hadisedir. İnanırsın gidersin. O kadar. Kaybımız sadece sen olursun.
Fakat bunları sürekli iddia ediyor olman, toplum için zararlı bir durumdur.

M. Murğulişi
2013


Daha başka sorular için:
https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=2606164325477239285#editor/target=post;postID=5726034269240010132;onPublishedMenu=allposts;onClosedMenu=allposts;postNum=7;src=postname